Toplumun sevgilisi, çocuğunun kâbusu ebeveynler

14 Temmuz 2020

Geçtiğimiz ay Klinik Psikolog Tuğçe Isıyel’in yazdığı bir makale, dünyaca ünlü psikolog Alice Miller’in oğlu ile ilişkisinin iç yüzünü anlatıyordu. ” kitabıyla okurlarına ışık tutan bu ateşli çocuk hakları savunucusu, ne yazık ki korkunç sırlarla dolu bir hayat yaşamış ve kendi söküğünü dikememiş. Bu röportajda Tuğçe Isıyel ile kendi söküğünü dikemeyen terzileri konuştuk.

 Hazırlayan: Gülüş Türkmen 


Biz ebeveynler bebeğimizin tertemiz bir ruhla doğduğunu düşünüyoruz ve yaşanan herhangi bir sorunun ciddi bir boyutu olabileceğini kolayca kabullenemiyoruz. Problemler karşısında bir nevi ebeveyn körlüğü yaşıyor olabilir miyiz?

Bir ebeveynin çocuğuyla yüzleşmesi, kendisiyle ve kendi çocukluğuyla yüzleşmesi demek. Ama bunu kaç kişi yapabiliyor ki?  Ebeveyn körlüğü biraz da kendimize karşı körlük olabilir mi? Çocuğu sorunsuz, mükemmel olarak görmek sanki ebeveynin kendi mükemmelliğini(!) tasdik etmesi gibi… Bazı ebeveynler çocuklarını kendilerinin birer narsisistik uzantısı olarak görme eğilimindeler, dolayısıyla onun ötekiliğinden, bireyselliğinden bihaberler. Sanırım bu çocuğa verilecek en büyük ceza. Çocuğun mutluluğunu kuralsızlık ve sınırsızlıkla, sonsuz bir vericilikle sağlayacaklarına inanıyor gibiler. Bu ebeveyn tutumu, doyumsuz, boşluğa, can sıkıntısına, belirsizliklere tahammül edemeyen çocuklar yetiştirmekten başka ne işe yarar ki…

Ebeveynlerin bu tür bir körlük yaşamaları nispeten anlaşılır ama ruh sağlığı konusunda uluslararası değerde çalışmalar yapmış birinin böyle bir körlükten mustarip olması şaşırtıcı! Alice Miller dünyayı kurtarmaya soyunmuş ama kendi çocuğunu kurtarmaya soyunmamış mı?

Evet burada başka bir hikâye var tabii, Alice-Martin Miller hikayesinde kuşaklar arası aktarılan travmaların anne-çocuk ilişkisini nasıl tarumar ettiğini görüyoruz. Alice kendi travmalarını çözemediği için oğlu Martin Miller’a aktardı. Martin’in babasının Martin’i çok fazla istismar ettiğini öğreniyoruz. Martin Miller “ben babamın şiddet nesnesiydim” demiştir.  Martin Miller’ın maruz kaldığı cinsel istismarlara karşı Alice Miller hiçbir şey yapamıyor. Martin Miller’ın travmatik hikayesi tam olarak burada başlıyor. Alice Miller durumu ne yazık ki görmezden geliyor ve inkâr ediyor çünkü kendi yaşadığı travmatik süreçlere; gettodan kaçışı, babasını kaybetmesi, cinsel istismar, annesi ile yaşadığı birtakım problemlere de temas edemiyor. Travmalar yaşıyor fakat bu travmaları söze getiremiyor sanki. Yaranın söze gelmesi gerekiyor. Eğer travma söze gelmezse kuşaklara aktarılan bir öykü olarak kalır.

Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı’nda çok önemli bir konu üzerinde duruyor ve diyor ki; ebeveyn olduğumuzda ve kendimizin çocukları olduğunda önce biz kendi çocukluğumuz ile karşılaşırız. Çocuk yetiştirmek bizim kendi çocukluğumuzdan kendi ebeveynlerimizle olan ilişkimizden bağımsız değildir.

Annesinin hikayesini oğlundan dinlemenin sizce en ilginç yönü neydi?

Ben aynı manzaraya karşı kıyıdan bakmayı oldum olası sevmişimdir. Oğuldan dinlemek, aslında Alice Miller’ın o kitapları nasıl yazdığını da gösteriyor bizlere.

Hiç Martin Miller’ın şöhret olmak ya da öç almak için böyle bir kitap yazdığını düşündünüz mü?

Düşündüm, böyle bir tarafı da olabilir ama bu onu bağlar ve yaşanan gerçekliği değiştirmez. Ben Martin Miller’ın röportajlarını izlediğimde onun yüzüne baktığımda yaralanmış birini görüyorum. Yani bu denli travmatize olmuş birinin öç almak istemesini anlayabiliriz. Ve bu duygusunu kitap yazarak veya psikoterapistlik yaparak süblime etmesini olumlu bir şey olarak görüyorum.

Martin söyleşilerinde annesini sadece kötülemiyor. Alice Miller tüm hayatını bölmüş bir durumda; anlayışlı ve olgun terapist diğer taraftan da soğuk ve mesafeli bir anne. Martin Miller’ın kitabınında da hayalet Alice Miller ve gerçek Alice Miller var. Bölme (splitting) dediğimiz çok ilkel bir savunma mekanizması vardır yani biri ya iyidir ya kötü. Martin Miller diyor ki; ikisi de var. Martin Miller annesinin yazdıklarıyla beslenmiş bir çocuk yani bölmektense daha ikisini içiçe alabiliyor. Martin Miller burada sesini duyurmak istiyor ve acı çekmiş birisinin sesini duyurma çabası çok yerinde bir çabadır.

 

Alice Miller, hasta yatağında yatarken oğlunu telefonla arıyor ve ona öğlen saatinde öleceğini söylüyor. Bu bir intihar anonsu! Dahası, başkalarıyla vedalaşması gerektiğini söyleyerek konuşmasını kısa kesiyor… Bir çocuk için çok fazla yük! Çocuğuna bırakacağı travma mirasını bir an olsun düşünmemiş mi?

Evet orası bana da çok acıklı gelmişti. Yani insan diyor ki bari son anda başka türlü olsaydı, en azından bir kucaklaşsalardı. Ancak Martin, belli ki annesi için birtakım travmaların hatırlatıcısı. Onunla bu soğuk ve mesafeli ilişki sanki Alice’i acı çekmekten koruyor. O acılarıyla yüzleşemediği için, kendi yasını tutamadığı için de sanırım oğlunun da yas tutmasını bilinçli ya da bilinçdışı bir şekilde engellemiş oluyor bu yarım yamalak vedalaşmayla.

Aşırı korumacı ve kontrolcü ebeveynlik, sorunların boyutunu doğru ölçmemize engel olabilir mi?

Elbette. Çünkü orada kendi gerçekliğinizle ele alırsınız çocuğu, onun gerçekliğine kendi duygusal bariyerleriniz yüzünden varamazsınız. Hem kendi çocuğunuzu hem de var olan sorunların boyutunu idrak edemezsiniz.

Ya “blogger annelik” ve “blogger babalık”? Kendimizi model ebeveyn gibi vitrine koymamızın ebeveyn körlüğüne ek bir katkısı olabilir mi?

Blogger ebeveynlik, bence ebeveynlere yalnız olmadıklarını gösteren, ilham veren bir şey. Ancak olay bir şov yapmaya, “kim daha becerikli”, “kim daha organik” yarışmasına girdiğinde burada bir kıyas ortaya çıkıyor ve zaten birçok ebeveynde var olan suçluluk, kendini yetersiz hissetme duyguları aktive olabiliyor. Kaş yapalım derken göz çıkıyor yani. O zaman ebeveyn bir performans kaygısı yaşamaya başlıyor ve kendisini iyi hissetmek adına yani kendi narsisistik ihtiyaçlarını karşılamak adına çocuğunun gerçek ihtiyaçlarını görmezden geliyor.

Bir de şunu eklemek lazım eğer bir yerde ısrarlı bir şekilde “ben harika, mükemmel bir anneyim” vurgusu var ise orada gerçekten bir şeyler kapatılmaya çalışılıyordur. Mükemmel ebeveyn diye bir şey yok. Gerçekten mutlu olan insan, kendisini mutlu göstermeye çılgınca ihtiyaç duyar mı? Bunu bir düşünmek gerek. İyi giden bir şeyin bu kadar dile getirilmesi hep düşündürürbeni. “Ne kapatılmaya çalışılıyor” diye düşünürüm.

Birçok yayınevi Martin Miller’ın annesi hakkında yazdıklarını yayınlamayı reddetmiş. Sizce bu tavır, Alice Miller’ın oğluna yaptıkları ile hangi anlamda benzer?

İşte burada yine inkârı görüyoruz! Alice de kendi yaşadıklarını inkâr ettiği için, onlarla yüzleşemediği için Martin’le ilişkisi bu halde değil mi? Yayınevleri de Alice’in izinden gidiyorlar. “Kol kırılır yen içinde kalır” mantığı, gördüğünüz gibi, dünyanın her yerinde kendisini gösteriyor. Şiddet mağdurları, istismar edilen çocuklar hep bu söylem yüzünden susturulmuyor mu?

Bugün pek çok anne babanın çocuk yetiştirirken çok dikkatli ve özenli olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte mükemmellik baskısı bizi başka hatalar yapmaya sevk ediyor. Ne zaman terapi almayı düşünmeliyiz diye sormak isterim. Bir sorum da şu: Kendimizle uğraşmayı ne zaman bırakmalıyız? Yani ne zaman “olduğu kadar, olmadığı kader” demeliyiz?

Kendimizle uğraşmayı bırakmak bence nefes aldığımız sürece mümkün değil ama elbette her şeyde olduğu gibi bunu da görmezden gelebiliriz. Hiçbir zaman mükemmel olamayacağız, belki de insan oluşun hazin yazgısı bunu kabullenmek; kusurlu, eksik canlılar olduğumuzu idrak etmek…

“Ne zaman terapi” sorusu ise herkese göre değişkenlik göstermekle birlikte, sanırım en çok dile dökülemeyen şeylerin ayak sesini duyduğumuz zaman…

Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra’da Middlesex Üniversitesi’nde ve Türkiye’de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.

 

 

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir